4 Ekim 2009 Pazar

YAŞAM ÖYKÜM

Bir otobiyografiniz var mı? iŞతే BENİMKİ:

Adını hiç unutmadığım Nebahat öğretmene, bana okuma yazmayı
öğrettiği için, ilk karnemi aldığım gün, dört renkli tükenmez
kalemimi kullanarak, bir teşekkür mektubu yazmıştım. Ne yazdığımı
unuttum; fakat aldığım övgüler ve iltifatlar hâlâ capcanlı yaşıyor
duygu bankamda. Rakamlar ve tarihler unutulur; ama bamtelimizi
titreten anılar asla unutulmaz, diye hani hep söylenir ya; işte
çocukluk anılarına gömülüp küllenmediği belli olan o övgüler, beni
öylesine yüreklendirmiş, öylesine kamçılamış ki, aradan kırk yıl
geçmesine rağmen hâlâ yazıyorum tutsakça.

Oturur, dedemin "Bacı" diye çağırdığı, bir gözü sarı kedisine
sevgimi anlatan mektuplar yazardım ta o yaşlarda. Öyle ki, ev
ödevlerimden artakalan vakitlerde bir şeyler yazmak, o kiremit
rengindeki beton tabanlı geniş avlumuzda kuzenlerimle oynadığım
birdirbir ve elimsende kadar keyif verirdi bana. Bacı’dan bıkınca,
kuzenim Mahmut’a yazar, benim gibi babasının hışmına sık sık
uğradığı için -sözümona- empati kurmaya çalışarak, teselli vermek
isterdim. Hatırlıyorum da, henüz kundaktayken hastalanıp ölen kız
kardeşime bile mektup yazmış, babamın, “Sus, bir daha öyle avukat
gibi konuşma önümde!” demesine ne kadar kırıldığımı dile getirmiştim.

İlkokul dördüncü sınıftayken, gurbetteki amcama her ay mektup
gönderen babaannemin ve hattâ askerdeki nişanlısına aşk mektupları
yazdıran mektep yüzü görmemiş komşu kızı Gülseren’in gönüllü kâtibi
olup çıkmıştım. Ne var ki, her seferinde zarfın ön yüzüne yazılacak
adresi arayıp bulamayışları canımı sıkardı hep. Ben de kolayını
bulmuş, ev ödevi defterimin son sayfasına, mektup yazdığım
insanların adreslerini listelemiştim. O sayfa, bir daha işime hiç
yaramayacak olan ilk adres defterimdi.

Bir gün okulun karşısındaki kırtasiye dükkânının vitrininde gözüme
bir hatıra defteri ilişti. Pembe cildi pamukla doldurulmuş albenili
bir defterdi. Üstelik anahtarlıydı! Fiyatı da epeyce yüksekti; iki
simitlik cep harçlığımın yarısını iki ay boyunca biriktirmem
gerekecekti. Her gün okul dağıldığında seyredip hasret giderdiğim o
büyüleyici defter, araya giren Kurban Bayramı’nda elime tutuşturulan
bayramlıklar sayesinde benim oldu. İpek gibi kaygan pelür
sayfalarına yazmaya kıyamadan duvara gömülü camlı dolabımda sakladım
uzunca bir süre.

Aradan aylar geçmişti. Komşu kızı, elinde bir kitap ve bir deste
pembe parşömen kâğıtla çıkıp geldi annem evde yokken. Kitapta sadece
örnek aşk mektupları vardı. Uzun uzun okuttu bana. Sonra kendince en
güzel cümleleri seçip yazdırdı nişanlısına.
“Sana bu mektubumla aşkımın özetini yazıyorum...” diye başlıyordu
kitaptaki birinci mektup. Gülseren’in nişanlısına yazarken
ezberledim o mektubu, gözüm gibi baktığım hatıra defterimin ilk
sayfasına yazmaya değer buldum. O defteri hâlâ saklıyorum.
İşte o günden sonra yıllarca günlük tuttum. Zaman zaman geçmiş
yıllara nostalji duyduğumda, lisedeyken yazdığım şiirleri okumak
istediğimde veya yakınlarımdan birinin hangi tarihte öldüğünü merak
ettiğimde açardım günlüklerimi.
Hepsini paketleyip gizledim bir yere. Çünkü yazma enerjim sadece
kitap, makale ve e-posta yazmaya yetiyordu artık. Bir de özellikle
lisedeyken yazdıklarım, beni giderek daha fazla utandırmaya
başlamıştı. Hattâ geçenlerde hepsini yakma isteği geçti aklımdan.
İyi ki gönlüm razı olmadı; kendi geçmişime, kendi duygularıma, kendi
kültürel evrim sürecime saygısızlık etmiş olacaktım yoksa.
Sayılarını unuttuğum adres defterlerimden ise elimde sadece
sonuncusu kalmış. O da üstü çizilen isimlerle dolu, temize çekilmeyi
bekliyor. Onları yenilemeyi severim. Eklediğim ve çıkardığım
isimler, yaşamımdaki değişikliklerin farkına varmamı sağlarlar. Kimi
zaman isimlerin üzerine çizdiğim çizgiler hüzünlendirir beni. Her
çizgi, yaşamımdan kayıp giden bir yıldız gibi, karanlık, soğuk bir
boşluk bırakır yüreğime.

Benim sık sık değişen adreslerimi ve telefon numaralarımı, kendi
adres defterlerine yazan dostlarım, yaz-boz tahtasına dönen M harfli
sayfalarına baktıkça, kendi yaşamlarındaki değişime değil,
benimkindeki hızlı başkalaşıma tanık olduklarını söylerler hep.
Hoş, haksız da değiller: Bir yere ait olma fikrine ne gençliğimde,
ne de 16 yıl boyunca yaşadığım Londra’da ısınabilmiş; tam 22 adres
ve 14 işyeri değiştirmiştim. Gezgin, kararsız, o uzun-ince-yolda
yürümekten çarçabuk sıkılan ruhum; zikzak çizen kıvrımlar boyunca
çağıl çağıl akmakla mutlu oluyordu her nedense...

Çifte vatandaşlık hakkımı alınca, onu daha da mutlu etmek uğruna,
ilk iş olarak bir motorlu karavan satın alıp dünyayı dolaşmak
istedim. Bu sonu gelmez serüvene tam atılacakken, oturup bir daha
düşündüm. Yaş kırkı bulmuş, yolun yarısını çoktan aşmıştım. Belki de
vakit, ruhumla evcilleşme oyunu oynama vaktiydi.
Her zaman olduğu gibi kararımı çabuk verdim: İzmir’e gelip mütevazı
bir daire satın aldım, keyfimce döşedim. İki ay sonra tecrit
kampındaymış gibi boğulurcasına sıkılan ruhumu, beynim ilk kez
dizginlemeyi başardı. Ve o sayede elektrikli daktilomun başına geçip
edindiğim birikimleri sabırla kâğıda dökmeye başladım. Ortaya bir
kitap çıktı, sonra bir daha, bir daha... Bunlar popüler bilim
kitaplarıydı; beyin, makro evren, mikro evren, tanrılar ve genetik
şifreler üzerine...
Beğenilerini ve yorumlarını ileten tanıdık tanımadık birçok insan,
bana yazar sıfatını takmaya başlayınca utanıp sıkıldım. Benim
yazarlık unvanını hak etme kıstasım, başarılı bir roman üretmekti.
Yazar, roman gibi roman yazabilen kişiydi; nasıl ki bir ressamın
sanatçılığını kanıtlayan müzeye asılmış bir tablosu ise, yazarlığın
da kanıtı roman veya başarılı bir öyküydü bana göre. Öyleyse
kendimi, kendime ve okuyucularıma kanıtlamak için ilk romanımı yazma
vakti gelmişti artık.
Ilık bir haziran günü, yine İzmir’de, postunu kurutmak için silkinen
su samurları gibi ikide bir sallanan bu huysuz kentte, bana çok
büyük heyecanlar yaşatan bir kurgunun ilhamıyla tanıştım. Önümde
kirli bir klavye, oturdum bilgisayar ekranının karşısına...
PİS2YATIR adını verdiğim o roman bitti ve basıldı. Beşinci kitabımı
da bitirdim, kaderini bekliyor: 400 SORU-YORUM. İkinci fantastik
romanım ise ana karnındaki bebek gibi, iyi beslendikçe daha hızlı gelişiyor.
Yazılarda görüşmek umuduyla...

Kitaplarımı ücretsiz olarak aşağıdaki bloğumdan indirebilirsiniz:
http://mehmetsaglam.blogcu.com